Sayı

Telefonun alarmını üçüncü kez ertelediğinde birden hatırladı neden bir Cumartesi günü alarm kurmuş olduğunu. Yorganı kenara itti. Panjurların arasından güneşin ışınları sızıyordu odaya. Kararlı bir hamleyle doğruldu, yataktan kalktı, panjurları ve pencereyi açtı. Böylece, geri dönüşsüz olarak, uyanmış olduğunu ilan etti kendine.

Bir mesaj fark etti telefonunda. Cnm gece arkadslrla cktik, anck simdi donuyrm eve. Bizm bulusmayi 2ye alsk olr mu? optm . Bir de, daha yüzünü yıkamadan Facebook'unu kontrol ederek güne başlayanları eleştirirler. Kafam çalışsa, yorganın altından çıkmadan önce bakardım mesajlara. Şimdi geri yatsam uyuyamam, iyice huzursuzlanırım. Bari faydalı bir şeyler bulayım yapacak.

Telefon elinde, tuvalete gitti. Sinirle mesaja tekrar baktı: Sent 4:21. İnsan gece geç saate kadar sürteceğini sabaha karşı mı fark eder? Facebook. Saat 1:47'de selfie koymayı bilmişsin bak. Neyse, en azından saat dört buçukta bana eve gittiğini söylemeyi akıl edecek kadar ayıkmışsın: Eve dönüyorum. Hala dışarıdayım değil. Dönüyorum değil. Eve dönüyorum. Eve gidiyorum da değil. Gecenin bittiğini, sabah yalnız uyanacağını ima eden küçük seçimler gizli sözcüklerinde. İçimi rahatlatmak gelmiş aklına sabahın dördünde. Bu da bir şeydir. Sifonun düğmesine bastı.

Mutfağa gitti. Akşamdan kalan iki tencere, içleri su dolu. Şimdi yıkamak kolay olur. Önce bulaşıklığı boşaltmaya başladı. Biraz yer açılır gibi olunca mutfağın kapısını çekti. Suyu açtı. Gitti bulaşık eldivenlerini geçirdi ellerine. Teki sarı, diğer teki pembe. Geldiğinde su ısınmıştı bile. Hızla yıkadı tencereleri.  Dikkatle durulamaya başladı. Ydi barik. Yeni boşalmış reçel kavanozu çarptı gözüne. Hazır elim değmişken. Önce fırçayla reçel kalıntılarını temizledi, sonra deterjan. Kara fırtın. Kavanoz durulamak karışık iş. Her yanı cam olduğundan, her bir deterjan köpükçüğü rahatça fark edilir. Orayı sudan geçireyim derken eldivenin bir köşesinde kalmış başka bir beyaz köpük zıplar kavanoza. Aniden musluğu kapattı. İki saniye süren sessizlik. Ardından: Haydi barikata, haydi... Alarm! Telefon? Tuvalette. Koştu.

Susturdu aleti. İnsan uyanınca kendiliğinden iptal olan erteleme özelliği icat edemediler. Çok zor olmasa gerek. Herhalde uykumda like etmedim Arjantinli çiftçilerin eylem haberindeki fotoğrafları. Telefonun bunu tespit edip uyandığım sonucuna varması teknik açıdan kolay olmalı. Bu özelliği opsiyonel de yapabilirler. Ya da bir application olarak mesela. Umarım evdekileri uyandırmamışımdır. Eldivenin tekini çıkardı. Tuvalet kağıdıyla ekrandaki su damlacıklarını sildi. Telefon cebinde mutfağa döndü. Artık eldivene lüzum yok. Astı eldivenleri bir sandalyenin arkasına. Suları süzülsün. Kavanozu son bir kez sudan geçirdi. Olduğu kadar.

Odasına döndü. Hâlâ bitirilecek bir bildiri var, onu aradan çıkarsam. Hale bak. Çok biliyorsanız kendiniz yapın. Biri der sistem deyince yeterince açık olmuyor üretim ilişkilerinden bahsettiğimiz, sanki hükümetle sınırlıyormuşuz gibi oluyor söylemimizi. Diğeri der çok terim kullanıyoruz, bildiriyi okuyanlar ne dediğimizi anlamıyor, dilini basitleştirsek. Bu ikisini bir odaya kapatmak lazım, daha detaylı mı olsun daha basit mi, kendileri tartışıp kararlaştırsınlar. Her hafta bir yenisini yazıp dağıtıyoruz bu kağıtların. Gören de Nobel edebiyat ödülünü hedefliyoruz sanacak. Sonra toplantıda Kim yazar? dediğinde çıtları çıkmaz. Çıkınca da daha fena, matbaaya gidilecek günün sabahına anca yollarlar. Otobüste telefonundan imla hatası düzelt işin yoksa matbaaya giderken. Bazen diyorum eleştirilen her cümleyi çıkar öyle yolla.

Baskanlik çizgi diktatorluk çizgi final çizgi yorum çizgi duzeltmeler nokta doc. Bir haftasonu böyle başlamamalı. Ne var sanki brunch randevum ertelendiyse? İptal edelim dememiş ki, sadece üç saat sonra buluşmayı önermiş. İlk kez gece değil gündüz buluşuyoruz, ilk kez konser sinema tiyatro değil sırf sohbet etmeye buluşuyoruz. Hem zaman sınırı da olmadan. Gerçi şimdi çat diye sınırlamış oldu her şeyi, yedide büroya uğramam lazım. Onu yarına atabilir miyim ki acaba?

Giysi dolabını açtı. Giysi dolabını kapadı. Dolabın yanındaki koltuğun üstündeki kıyafet yığınını kaldırdı. İçinden iki tişört çekti. İlkini üstüne tuttu aynanın karşısında. Onun gözlerini düşündü, ve en sık giydiği lacivert gömleği. Bu yeşil tişört onun mavi gömleğinin yanında nasıl durur? İyice saçmaladım. Sevgili değiliz ki biz, en azından resmen değiliz işte. Birlikte konsere sinemaya gittik, birkaç kez de seviştik, ama şöyle oturup hayattan beklentilerimizi bile konuşmuşluğumuz yok. Hem Gevende dinleyip hem de çok sağcı olamaz herhalde, olabilir mi? Öyle az konuştuk ki kendimiz hakkında. Yeşil tişörtü ve mavi çizgili gri pantolonunu giydi. Evde pinekleyeceğime dışarı çıkayım bari, ne zamandır uğramıyorum eski kitapçıya. Defterini, kalem kutusunu, kitabını, ajandasını koydu çantasına. Sandaletlerini giydi, sepetten anahtarlarını aldı, cebinde telefonunu kontrol etti. Cüzdan. Sandaletlerini hızla çıkardı, odasına döndü, cüzdanını aldı. Bir ceket alsam mı? Telefonundan hava durumunu kontrol etti. Eh. Kim bilir belki akşama kadar hiç eve uğramazsam sonra üşüyebilirim. Kapıya yürürken göz ucuyla aynada siyah ceketini gördü. Elveda, renk uyumu kaygılarım, sizine daha da uğraşamayacağım. Çıktı.

Apartman ışıkları hâlâ çalışmıyor. Yönetici uyuzluğuna yapıyor, en üst kattayız diye, nasılsa 4 numaradaki yazlığında ya. Gidip konuşayım desen, sanki mesele fatura değilmiş gibi başlar sizin-daireye-giren-çıkan-belli-değil'lere, kızlı-erkekli'lere. Adam apartman yöneticisi, ama apartmanın elektrik faturasını zamanında ödetemiyorsun daha; benim oy verdiğim partiye oy versin en azından diyoruz bir de: elinde olsa benim bastığım merdivenden kaçınır.

Hava sandığımdan sıcakmış. Ceket elimde olursa belki yine renklerimiz uyumlu olur. Ay buna da taktım nedense.

Yokuşu çıkarken aklına geldi, mesaja hala yanıt vermediği. Olur. Ben zatn oralarda olucam. Geldiginde baldır carsinn girisnde buluslm. Gönder.

Bildirinin son halini göndermeyi unuttum! Durdu. Offf! Geri dönsem şimdi yarım saat kalkmam bilgisayarın başından. Saat? Daha 11 buçuk.

Derin bir nefes aldı. Yürümeye devam etti. Ev arkadaşlarına mesaj attı: Günaydın! :) Ben saskinligimdan duzelttigm dosyayi yollamayi unutp ciktim. Masa ustundeki doc.u gruba yollar msn? Şimdi biri mesajı görüp de tamam diyene kadar tırmalar içimi bu. Şu iki herif beni mi takip ediyor?

Durakta, gelen ilk otobüse bindi. Di-duut. Otobüs boş sayılır, arkada oturacak yer var galiba. Bu plastik tutamakların birinden diğerine geçerken insan kendini maymun gibi hissediyor. Yok, boş değilmiş; o koltukta hanımefendinin çantası oturuyor. Zaten orada mıydı, yoksa benim geldiğimi görünce mi koydu çantasını yanındaki koltuğa? Direğe yaslanarak çantasından kitabını çıkardı, açıp okumaya başladı. Üç durak sonra ineceğim, ama köprü girişinin trafiği hiç belli olmaz.

Beş dakika ve üç sayfa sonra indi. Merdivenler, koridorlar, merdivenler, turnikeler, daha da koridorlar. İlk iki metrobüs tıklım tıkış geldi ve geçti. Diğeri aslında o kadar da dolu değildi, ama daha boşu gelsin diye bekleyen ve saf tutanların arasından sıyrılmayı başaramadı. Dördüncüsü boş gelince de bu sefer herkes akın etti. Onun arkasında yarı dolu başka bir metrobüs görünce ona yöneldi, ön kapıdan bindi ve daha arkaya ilerleyemeyeceğini fark etti. Şoförün gözünden uyku akıyor. Haftanın kaç günü, günde kaç saat çalışıyorlar acaba? Kitabını açtı tekrar.

Köprüye geldiklerine okumaya ara verdi. Esasında çok güzel bir şehir olabilirmiş burası. Yazık. Sarayburnu'ndan geçen vapurlara baktı. Aslında, niye acele ettiysem. Madem zamanım vardı, vapurla sakin sakin geçebilirdim gayet. İnsan telaş etmeye de alışıyor.

Telefonuna göz attı. Yeni mesaj yok. Bahse girerim saat 3'ten önce gelmez. Kiminle giriyorsam bahse...

Nesrin'in yaptığı gibi Facebook'tan falan çıksam? Her an birbirimizi yüklüyoruz olumsuz haber ve yorumlarla. Yüklemesek daha mı az eylem yapacağız sanki? Son iki haftadır olanları bilmesem mesela, daha mı az öfkeli olurdum sisteme falan? Ya da daha az aktif mi olurdum mesela? Sadece etkinlikleri takip edip news feed'e hiç bakmamanın bir yöntemi olsa. Sözde, televizyonun olmayınca saçma ve sinir bozucu propagandadan kurtulacaktın. Ne oldu, şimdi de o görmek dahi istemediğin gazetelerin ve televizyon kanallarının söylediği aptalca lafları eleştiren internet haberlerini okuyorsun işte. O gazetenin müdavim okuyucusu bile bu kadar etkilenmiyordur, hızlıca başlıkları tarayıp spor ya da bulmaca sayfalarına zıplıyordur; bizimkiler evelallah üç bin tiraji olan gazetenin orta sayfasındaki köşe yazısının dördüncü paragrafından skandal üretiyorlar. O herifin o lafını bilmesem ne kaybederim? Her hafta bunlardan bir on tane azını bilsem mesela, belki daha rahat odaklanmaz mıyım okuduğum kitaba?

Kitabına döndü. Bir kolunu kapı ağzındaki direğin etrafından geçirdi. Dengesini sağlayacak şekilde bacaklarını araladı. Üç dakika ve üç sayfa sonra, metrobüs sallandı, gözlerini sayfalardan kaldırırken aracın sarsıntısıyla tutunduğu direğe başını çarptı. Metrobüs yoldan çıktı, karşıdan gelen araca çarptı. 4 ölü, 20'si ağır 67 yaralı.

Seçenek / Choice

İnsanlık karşında oturuyor. Seçim yapma günü. Soruyorsun: "Sosyalizm mi barbarlık mı?" Düşünüyori diyor ki "Ay sosyalizm olmasın da..."

*

Humanity seated on the chair in front of you, up for making the decision. You ask: "Socialism, or barbarism?" Thinks it over and says "Well, anything but socialism..."


Losing it

I missed two revolutions, and I am only turning 30.

I know that for many people, this is not how the story is told. But, together with climate urgency, it explains some of my frustrations.

In this text, when I say revolution, I will simply mean a radical progressive change pushed from below, which was impossible to achieve by stretching the existing institutions and which, just before they happened, would be considered impossible by large sections of the population. (So no socialism required here.)

Portugal


First it was the anti-austerity movement between 2011 and 2013 in Portugal. These were years of constant spontaneous actions and organizing, together with activation and radicalisation of existing organizations. In its peak, it mobilized more than one million people to the streets in a single march.


In perspective, 1 million people make up 10% of Portuguese population. Back then, my language skills were limited, and I wasn't expecting something as big. Right after the protest I went home and checked: I did not encounter any other mobilization that put more than 10% of the society to the streets. This was most probably the largest mobilization in history.

This "detail" went mostly unnoticed among the organizers.

Only after the fact did I comprehend the opportunity missed. The movement was gaining momentum. The people were angry and motivated. And the organizers (I was vaguely involved, but quite non-influential at the time) made them go to some non-confrontational square in a mediatic march, and then sent them home.

The mayonnaise was ready, but we were using the wrong recipe. The vision of the leaders (people and organizations) were too narrow compared to the capacity and possibilities history provided them with.

It was a missed revolution. It happened in front of my eyes, and I let it pass by.

Gezi

Then came the Gezi uprising. This is not the place to analyse Turkish politics. All I want to say is that it was very clear for many of us at that point, that pulling Tayyip down was a real possibility. And his fall would be a revolution according to my working definition above.

I was involved as much as possible, although almost everyone I met seemed to have felt that they did less than they should have.

During the revolt, I had very little idea as to what would bring the movement forward. Some groups simply focused on recruiting, some on propaganda. Many new collectives emerged.

As many other activists, I had some ideas about what we should have done to be better prepared to Gezi. However, sometimes I ask myself: Are we better prepared now if another uprising were to surge?

It was a missed revolution. It was in front of my eyes and hands, and I don't think I fulfilled my political responsibilities.

Next?

It happens very rarely to someone, to be so close to (you could almost feel the breath) and so much involved in a revolutionary possibility. It happened to me twice, and I failed twice.

To some extent, we failed twice. But this post is about my personal frustrations with my incapabilities, so I'll keep it within that limit.

The terrorist attacks in the West are escalating. Corporate power is going off the roof. And no one really thinks that refugee flow to safer zones would ever slow down. On top of this come droughts, storms, food and water crises, epidemics - the "usuals" of global climate change.

Ironically, in this period of history when we seem to be marching faster than ever towards barbarism, we are also seeing a series of unprecedented revolutionary possibilities opening up (and then closing).

Not so many politicians seem to know what should be done. I, for one, have too little ideas in comparison to the challenges we are facing.

But what keeps me awake at nights is this: There will be more social turbulence in the near future, this is a certainty. (These turbulent moments might be for the good or for the bad.) I don't feel that we are collectively prepared to sufficiently address them. And, while trying diverse tools and approaches, I don't yet know how to get ourselves ready for them.

I would be ultra-lucky to have a third chance. And I would be devastated if I lost it the third time.

*

PS: No political party bankrupted after Gezi, they all claimed their interpretation of the situation was and is the correct one. None shut down saying they failed to seize the moment. Food for thought...

İddianame

Bir klasör dolusu belgeyle geldi, masanın önünde durdu. Başımı kaldırdım hesaplardan, kısa bir süreliğine göz göze geldik. Klasörü masaya koydu. Hiçbir şey söylemeden, önüme aldım dosyayı ve incelemeye başladım.
Deliller, tutanaklar, dilekçeler, fotoğraflar, güçlü bir iddianame için gerekenden çok daha fazla belge vardı klasörde. Hiçbir şey söylemeden beni izliyordu. Bir uğultu geldi dışarıdan, üstünde durmadım. Kalktım, çay koydum, içmedi. Ben de içmedim. Hem tarihe göre sıralanmış, hem de türe göre sınıflandırılmıştı belgeler. Tek tek hepsine bakmaya kalksam günlerimi alırdı. Ne bu kadar zamanımız vardı, ne de benim sabrım böyle bir işe girişmeye.
 
Gözüm yarım bıraktığım hesaplara kaydı. Yorulmuş olmalıyım, o kağıtları demin klasörden çıkarmamış mıydım? Ve ama, daha o elinde klasörle gelmeden önce yapmıyor muydum bu hesapları? Ortalığı karıştırmamak için elimdeki fotoğrafları zarflarına yerleştirdim ve demin gözüme takılan o sayfayı tekrar buldum. Evet, tam da az önce bıraktığım yerde kalmıştı hesaplar. Ve evet, tasnif numarası vardı sayfanın köşesinde. Bir uğultu geldi dışarıdan, ama şaşkına dönüştüm, oyun içinde oyun mu yazıyordum? Demin yarım bıraktığım hesabın kendisini aramaya başladım kağıtların altında, ve nitekim buldum da. Aynı kağıdın iki kopyası, sadece birinin üstünde tasnif numaraları vardı. Dikkatlice baktım, delil dosyasından çıkan kağıt da ıslak mürekkeple yazılmıştı, fotokopi değildi yani. Deliriyorum sandım önce, ürkerek gözlerimi kaldırdım, o da bana bakıyordu hâlâ. Sanki ince bir gülümseme geçti yüzünden ama uyduruyor olabilirim.

Ellerim titreyerek dolma kalemi elime aldım, hesabıma ufak adımlarla devam etmeye başladım. Göz ucuyla da onun hareketlerini takip ediyordum, gerçi pek bir şey yaptığı yoktu. Elli altı ayrı durumda yapılacak hesaplarımın dördüncüsünü tamamlayıp temize çektim, başımı kaldırdım. Bu sefer eminim, gülümsüyordu alaycı bir biçimde. Saatime baktım, on beş dakika geçmişti. Şimdi tekrar getirdiği dosyaya bakacaktım ki deminki sayfa geçti elime. Korktuğum başıma geldi. Daha beş saniye önce tamamladığım hesaplar, tasnif kaşeli delil sayfasında da aynen belirivermişlerdi.
Ne metafizikle işim olur, ne de fantastik öyküler yazmakla. Kalktım, lavaboya gittim (tuvalete değil), yüzümü yıkadım, odama döndüm, sandalyeme oturdum. Bu süre boyunca beni öylece, oturduğu yerde beklemişti. Ne şimdi bu, psikolojik gerilim filmine senaryo mu yazılıyordu? Keyfim kaçtı. Gözlerimi onun gözlerinin içine diktim, cesaretimi topladım, ve ona hiçbir şey soramadım. Ağzım açılmıyordu, açılsa sesim çıkmıyordu. Hah, bu güzel, diye düşündüm, çünkü böyle şeyler olsa olsa rüyalarda olur, bu da her şeyi açıklardı. Elimle kolumla işaretler yapmaya, ondan bu olan biten saçmalığın hesabını sormaya çalıştım.

Gülümsemesi karardı, yüzü ciddileşti. Konuşmaya başladı, bu kötüye işaretti. Bu olan biten saçmalığın hesabını değil bu olan biten hesabın saçmalığını sordu. Sesinde bir gerginlik sezdim, ama yanıt veremediğim için onu sakinleştiremedim. Klasörden fotoğraflar, raporlar çıkarıp önüme koyuyor, bir yandan da hesaplarımın hesabını soruyordu. Konuştukça alevlendi, sesini yükseltmeye başladı. Allak bullak olmuştum, zihnim bu gerçeküstü durumu anlamlandıramıyordu, bu yüzden de onun söylediklerini tam takip edemedim.

Gösterdiği raporlarda grafikler vardı, sıcaklık, buzullar ve deniz seviyeleriyle ilgili geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe çizilmiş grafikler. Gösterdiği fotoğraflarda seller, evinden olmuş insanlar vardı. Gösterdiği tutanaklarda ise simplektomorfizma grubunun homotopi Lie cebirindeki Samelson çarpımları vardı. Diğer detayları hatırlamıyorum.

Öfkesini kustuktan sonra bir anda tekrar sakinleşiverdiğini hatırlıyorum sadece. Bağırıp çağırıyor, kağıtları masadan alıyor geri masaya çarpıyordu, sonra birdenbire durdu, gayet yumuşak bir tonla, "Ne yapıyorsun?" dedi. Yanıt vermemi beklemeden usulca getirdiği belgeleri topladı, klasörü koltuğunun altına koydu, çayından iki yudum aldı, arkasını döndü, çıktı gitti.

Dışarıdan bir uğultu geliyordu yine.

Unconditional Basic Income

I am a socialist, or a communist, or an anti-capitalist, whichever fits your taste. I fight against the socio-economic system and the injustices caused by it. I have been following the Unconditional Basic Income (UBI) discussions for years now. I have four problems with the proposal and/or how it is presented, which to my knowledge are not answered yet.

 

1. Exchange value rather than use value


First is a theoretical problem. It is about the monetarized formulations in the campaign. We demand free healthcare and education for all. And UBI campaign tries to enlarge this demand to other basic needs. But instead of directly demanding housing, food and public transport, it demands the supposed costs in the form of money.

The problem with this approach is that it leaves the decision to the market. We should never forget that 62 people own more wealth than half of world population, and that the 1% is richer than the 99% combined. The ruling class and their choices influence the prices disproportionately more than us. Anyone who observed the gentrification process in Bairro Alto or Alfama1 knows how that projects onto the right to housing, for instance.

In fact, this monetary approach is perfectly compatible with the capital's commodification motives. We should be demanding food, housing and public transport for all, independent of their prices. Introducing the price tag serves per se to amplify the existing inequalities. Winning right to education is conquering a fortress, winning UBI is shifting the battle itself into another fight for what would be the fair basic income, to what products it would be indexed, and how it would be updated.

While UBI advocates like the simplicity of “one measure to solve it all” motto, unfortunately this is not how reality operates. The simplicity does help to spread the word and raise awareness, but it also hides the fact that, in application, all that simplicity will be lost to market obscurities and neoliberal technocracy.

A campaign defensible by anti-capitalists should reject the liberal discourse, instead of trying to frame its own agenda within it. We want the basic needs to be outside of the universe of commodities, and the UBI campaign is pushing to include them within that universe.

2. A conflict-free proposal


My second problem is an ideological one. It is another simplification that undermines the UBI campaign, which is the proposal to include “everyone, without discrimination” in the set of beneficiaries. This kind of “equality in policy” is what bourgeois philosophy of law has sold us since the beginning of modernity. These philosophers tell us that we are all equal in front of law, for instance; but anyone who ever challenged a company for its misconduct knows otherwise. The ruling class not only has access to a herd of sophisticated lawyers, they are also the ones who wrote the laws with convenient loopholes and wording ambiguities. One could at most say that the 99% is equal in front of law – well, unless you are a person of colour, or of an ethnic minority, or of a gender minority, or very poor, or homeless, or an immigrant, etc. etc. etc.

There are no win-win policies in history. And the reason is simple: History is the history of class struggles. Class struggle exists a priori, the policy proposal comes on top that fragmentation.

I understand that it is a populist approach to propose a simple policy measure that would benefit everyone. But for this marketing strategy to work, you should avoid telling what your actual proposal is. Indeed, the UBI campaign seems to intentionally avoid from putting content into what the campaign defends. This is also another reason why political parties with government programs do not adopt the campaign.2

A campaign defensible by anti-capitalists should, in one way or another, choose side in the existing class struggle(s).

3. Who will fight for it?


This brings me to, my third point, a political problem with the campaign. By avoiding social confrontation and promoting dialogue between antagonistic political agendas, the UBI campaign fails to define agency.

The campaign discourse is that everyone can be persuaded to the campaign, therefore everyone should be persuaded to the campaign, and so we would win. The bad news is that “everyone”, “all of us”, “we” have no social agency. A social movement can advance only if it defines a class of people who would naturally benefit from this struggle.

By avoiding such political confrontation, the UBI campaign misses the chance of mobilizing around this project. This is visible in its way of organizing as discussion groups rather than a social movement.

This attitude does allow for open debates where people with various opinions exchange ideas, and I find this quite useful in a world of social polarization. (Maybe the UBI advocates just wanted to bring about dialogue and critical thinking to our societies; if so, they have been doing a wonderful job.) However, as an anti-capitalist, my priority is to fight the injustices of the current socio-economic system, in campaigns that we should, can and might win.


4. The prey and the predator allied


Related to this, there is a fourth point, a strategical one. The UBI proposals have support from various ideological backgrounds, with a strong presence of liberal economists and intellectuals. The UBI advocates seem to welcome this diversity, but anti-capitalists should beware. We shouldn't pretend class struggle does not exist. And the UBI campaign runs the risk of putting the sheep and the wolf under the same roof.

I have respect to highly-educated bourgeois intellectuals and their talent and tradition to draw lessons from history. I believe that they see what I see in this campaign, and most probably more: an opportunity for accumulation and centralization of the capital. And I believe that this is why they are there. Of course, as any rational wolf would do, they do not raise their voice against us but rather use the pretext of win-win solutions as ground for persuasion. There is no persuasion or collaboration of wolves and sheep.

The UBI campaign proposes a form without specifying its content, thereby allowing diverse opinions to encounter in a common platform. For common people, this is quite useful exercise. But when ideologists of the ruling class come in, it turns into a different story, at least for anti-capitalist militants.


Building traps for one's self


In conclusion, the strategy of the Universal Basic Income advocates to present the campaign as conflict-free and widely inclusive brings about a serious of weaknesses for the campaign. These weaknesses may, in the worst case,open space to swaying towards neoliberal politics, or, in the best case, produce a non-winnable campaign. I see very little space for an anti-capitalist movement at any point in this spectrum.

Most UBI activists seem to share, implicitly, a set of values such as justice and equity, with which I agree. They also seem to share a common apologetic attitude towards the world they imagine, with that I disagree. I believe it is crucial to openly declare what we want rather than focusing on having faith on tricks in communication strategies, because victory doesn't come without conviction and honesty.


1Touristic neighbourhood in downtown Lisbon, subjected to urban transformation projects for years, resulting in raises in rents and living costs, and gradual abandonment of the locals.
2In Portugal, only PAN and Livre support the campaign openly. Not accidentally, both parties have more of a philosophical wishful thinking approach rather than strategies to seize the political power. I am not necessarily saying this is a bad thing, perhaps nowadays those approaches are more necessary than power-focused programs. However, one cannot win a fight without a political agenda.