Showing posts with label Türkçe. Show all posts
Showing posts with label Türkçe. Show all posts

Bugün Salı

 Yaşamalı

        her Salı sabahını

        sanki başka Salı

                ve başka sabah

                yokmuş,

                hiç olmamış

                ve hiç olmayacakmış gibi.

Sevmeli

        her canlıyı

        ve her nesneyi

            her Salı sabahı

        sanki sevmek için

                başka Salı 

                ve başka sabah

                hiç olmamış

                ve hiç olmayacakmış gibi.

Sevmeli

        her Salı sabahını,

        yaşam mucizesini

                her Salı sabahında.

 


 

Rüya

 Rüyalar görüyorum

            yorgun uyanıyorum

            rüyalarımı

                    hatırlamıyorum hiç.

Bir sürü şeyler yapıyorum

            yorgun, uyuyorum

            yaşamımı

                    hatırlamıyorum hiç. 




Karga

 Güneş vuruyor sırtıma

            ve kahveme.

Bir toplantım var

            bekliyorum.

(Çok toplantım var. 

            Çok bekliyorum.)

Gözlüklerim masada.

            Güneş vuruyor gözlüklerime.

Yan masaya dayalı duran sandalyeye

            bir karga konuyor.

Karga

            bana bakıyor,

                    bir şey söylüyor.

            Ben, 

                    yanıt veremiyorum.

Karga

            hayal kırıklığına uğruyor

                            galiba.

Uzun uzun süzüyor beni.

Toplantıma hazır değilim

                            galiba.

Keyfim kaçıyor.

Karga da.

Zıplıyor

        ötedeki masaya.

 



Turistik hatıra

 Bir eğlence parkında hasret giderebilir misin?

Bir alışveriş merkezinde

                geçmişi anabilir misin?

Ya yıllar önce yaşadığın mahalle

            topyekün bir turizm pazarına döndüyse?

        kaldığın ev otel olduysa?

Çamaşır ipine ıslak havluları asarken

            bir turist seni çok otantik bulup

            fotoğrafını çekerse

        bundan nostaljik bir an üretebilir misin?

Şehrin iki bin yıllık tarihi merkezinde

            bir grup zengin iş insanı

            bağırış çağırış ve neşeyle

            paddy-paper oynarken

            - ve sana yol sorarken -

            kahve içebilir misin?

                birine içine dökebilir misin?

Eğer bu evler

            hiç kimse için

            kitaplarını tuttukları yer değilse

        buraya bir şehir diyebilir misin?

 

 


 

Çözüm yolu

Çelişki bitti

        onunla birlikte huzur da.

*

Eskiden

        şüpheye düşebilirdi

        - Seviyor mu beni? Sevmiyor mu?

        - Mutlu mu hayatından? Değil mi?

        ısrar edebilir

                sorgulayabilir

                        tartışabilirdi.

İki zıt pozisyon oluşurdu

        iki zıt pozisyon arasında bir gerilim

        her iki pozisyonu destekleyen kanıtlar

                                                                görüşler

                                                                        iddialar

                                                                                ve duygular.

Birine doğru çekip bir tartışma başlatabilir

        onu öteki pozisyonu savunmaya zorlayabilirdi.

Şüpheye düşüp, netlik talep edebilirdi.

Sorgulayıp, meseleyi ortaklaştırabilirdi.

Çelişki güven verirdi.

*

Sonra

Sonra o öldü.

O ölünce çelişecek kimse kalmadı.

İki zıt pozisyon

        birbirini iterken

        bir anda biri azıcık dönünce

        birbirine yapışıveren

        iki mıknatıs gibi

        tek pozisyon oldular. 

Belirsiz

        çelişkisiz

                yaşamsız

                        kendine zır tek bir pozisyon.

Gerilim bitince

                kaygı başladı. 

        Kaygı

                    huzuru aldı götürdü.

On ayda

        on yıl yaşlandı. 




Sayı

Telefonun alarmını üçüncü kez ertelediğinde birden hatırladı neden bir Cumartesi günü alarm kurmuş olduğunu. Yorganı kenara itti. Panjurların arasından güneşin ışınları sızıyordu odaya. Kararlı bir hamleyle doğruldu, yataktan kalktı, panjurları ve pencereyi açtı. Böylece, geri dönüşsüz olarak, uyanmış olduğunu ilan etti kendine.

Bir mesaj fark etti telefonunda. Cnm gece arkadslrla cktik, anck simdi donuyrm eve. Bizm bulusmayi 2ye alsk olr mu? optm . Bir de, daha yüzünü yıkamadan Facebook'unu kontrol ederek güne başlayanları eleştirirler. Kafam çalışsa, yorganın altından çıkmadan önce bakardım mesajlara. Şimdi geri yatsam uyuyamam, iyice huzursuzlanırım. Bari faydalı bir şeyler bulayım yapacak.

Telefon elinde, tuvalete gitti. Sinirle mesaja tekrar baktı: Sent 4:21. İnsan gece geç saate kadar sürteceğini sabaha karşı mı fark eder? Facebook. Saat 1:47'de selfie koymayı bilmişsin bak. Neyse, en azından saat dört buçukta bana eve gittiğini söylemeyi akıl edecek kadar ayıkmışsın: Eve dönüyorum. Hala dışarıdayım değil. Dönüyorum değil. Eve dönüyorum. Eve gidiyorum da değil. Gecenin bittiğini, sabah yalnız uyanacağını ima eden küçük seçimler gizli sözcüklerinde. İçimi rahatlatmak gelmiş aklına sabahın dördünde. Bu da bir şeydir. Sifonun düğmesine bastı.

Mutfağa gitti. Akşamdan kalan iki tencere, içleri su dolu. Şimdi yıkamak kolay olur. Önce bulaşıklığı boşaltmaya başladı. Biraz yer açılır gibi olunca mutfağın kapısını çekti. Suyu açtı. Gitti bulaşık eldivenlerini geçirdi ellerine. Teki sarı, diğer teki pembe. Geldiğinde su ısınmıştı bile. Hızla yıkadı tencereleri.  Dikkatle durulamaya başladı. Ydi barik. Yeni boşalmış reçel kavanozu çarptı gözüne. Hazır elim değmişken. Önce fırçayla reçel kalıntılarını temizledi, sonra deterjan. Kara fırtın. Kavanoz durulamak karışık iş. Her yanı cam olduğundan, her bir deterjan köpükçüğü rahatça fark edilir. Orayı sudan geçireyim derken eldivenin bir köşesinde kalmış başka bir beyaz köpük zıplar kavanoza. Aniden musluğu kapattı. İki saniye süren sessizlik. Ardından: Haydi barikata, haydi... Alarm! Telefon? Tuvalette. Koştu.

Susturdu aleti. İnsan uyanınca kendiliğinden iptal olan erteleme özelliği icat edemediler. Çok zor olmasa gerek. Herhalde uykumda like etmedim Arjantinli çiftçilerin eylem haberindeki fotoğrafları. Telefonun bunu tespit edip uyandığım sonucuna varması teknik açıdan kolay olmalı. Bu özelliği opsiyonel de yapabilirler. Ya da bir application olarak mesela. Umarım evdekileri uyandırmamışımdır. Eldivenin tekini çıkardı. Tuvalet kağıdıyla ekrandaki su damlacıklarını sildi. Telefon cebinde mutfağa döndü. Artık eldivene lüzum yok. Astı eldivenleri bir sandalyenin arkasına. Suları süzülsün. Kavanozu son bir kez sudan geçirdi. Olduğu kadar.

Odasına döndü. Hâlâ bitirilecek bir bildiri var, onu aradan çıkarsam. Hale bak. Çok biliyorsanız kendiniz yapın. Biri der sistem deyince yeterince açık olmuyor üretim ilişkilerinden bahsettiğimiz, sanki hükümetle sınırlıyormuşuz gibi oluyor söylemimizi. Diğeri der çok terim kullanıyoruz, bildiriyi okuyanlar ne dediğimizi anlamıyor, dilini basitleştirsek. Bu ikisini bir odaya kapatmak lazım, daha detaylı mı olsun daha basit mi, kendileri tartışıp kararlaştırsınlar. Her hafta bir yenisini yazıp dağıtıyoruz bu kağıtların. Gören de Nobel edebiyat ödülünü hedefliyoruz sanacak. Sonra toplantıda Kim yazar? dediğinde çıtları çıkmaz. Çıkınca da daha fena, matbaaya gidilecek günün sabahına anca yollarlar. Otobüste telefonundan imla hatası düzelt işin yoksa matbaaya giderken. Bazen diyorum eleştirilen her cümleyi çıkar öyle yolla.

Baskanlik çizgi diktatorluk çizgi final çizgi yorum çizgi duzeltmeler nokta doc. Bir haftasonu böyle başlamamalı. Ne var sanki brunch randevum ertelendiyse? İptal edelim dememiş ki, sadece üç saat sonra buluşmayı önermiş. İlk kez gece değil gündüz buluşuyoruz, ilk kez konser sinema tiyatro değil sırf sohbet etmeye buluşuyoruz. Hem zaman sınırı da olmadan. Gerçi şimdi çat diye sınırlamış oldu her şeyi, yedide büroya uğramam lazım. Onu yarına atabilir miyim ki acaba?

Giysi dolabını açtı. Giysi dolabını kapadı. Dolabın yanındaki koltuğun üstündeki kıyafet yığınını kaldırdı. İçinden iki tişört çekti. İlkini üstüne tuttu aynanın karşısında. Onun gözlerini düşündü, ve en sık giydiği lacivert gömleği. Bu yeşil tişört onun mavi gömleğinin yanında nasıl durur? İyice saçmaladım. Sevgili değiliz ki biz, en azından resmen değiliz işte. Birlikte konsere sinemaya gittik, birkaç kez de seviştik, ama şöyle oturup hayattan beklentilerimizi bile konuşmuşluğumuz yok. Hem Gevende dinleyip hem de çok sağcı olamaz herhalde, olabilir mi? Öyle az konuştuk ki kendimiz hakkında. Yeşil tişörtü ve mavi çizgili gri pantolonunu giydi. Evde pinekleyeceğime dışarı çıkayım bari, ne zamandır uğramıyorum eski kitapçıya. Defterini, kalem kutusunu, kitabını, ajandasını koydu çantasına. Sandaletlerini giydi, sepetten anahtarlarını aldı, cebinde telefonunu kontrol etti. Cüzdan. Sandaletlerini hızla çıkardı, odasına döndü, cüzdanını aldı. Bir ceket alsam mı? Telefonundan hava durumunu kontrol etti. Eh. Kim bilir belki akşama kadar hiç eve uğramazsam sonra üşüyebilirim. Kapıya yürürken göz ucuyla aynada siyah ceketini gördü. Elveda, renk uyumu kaygılarım, sizine daha da uğraşamayacağım. Çıktı.

Apartman ışıkları hâlâ çalışmıyor. Yönetici uyuzluğuna yapıyor, en üst kattayız diye, nasılsa 4 numaradaki yazlığında ya. Gidip konuşayım desen, sanki mesele fatura değilmiş gibi başlar sizin-daireye-giren-çıkan-belli-değil'lere, kızlı-erkekli'lere. Adam apartman yöneticisi, ama apartmanın elektrik faturasını zamanında ödetemiyorsun daha; benim oy verdiğim partiye oy versin en azından diyoruz bir de: elinde olsa benim bastığım merdivenden kaçınır.

Hava sandığımdan sıcakmış. Ceket elimde olursa belki yine renklerimiz uyumlu olur. Ay buna da taktım nedense.

Yokuşu çıkarken aklına geldi, mesaja hala yanıt vermediği. Olur. Ben zatn oralarda olucam. Geldiginde baldır carsinn girisnde buluslm. Gönder.

Bildirinin son halini göndermeyi unuttum! Durdu. Offf! Geri dönsem şimdi yarım saat kalkmam bilgisayarın başından. Saat? Daha 11 buçuk.

Derin bir nefes aldı. Yürümeye devam etti. Ev arkadaşlarına mesaj attı: Günaydın! :) Ben saskinligimdan duzelttigm dosyayi yollamayi unutp ciktim. Masa ustundeki doc.u gruba yollar msn? Şimdi biri mesajı görüp de tamam diyene kadar tırmalar içimi bu. Şu iki herif beni mi takip ediyor?

Durakta, gelen ilk otobüse bindi. Di-duut. Otobüs boş sayılır, arkada oturacak yer var galiba. Bu plastik tutamakların birinden diğerine geçerken insan kendini maymun gibi hissediyor. Yok, boş değilmiş; o koltukta hanımefendinin çantası oturuyor. Zaten orada mıydı, yoksa benim geldiğimi görünce mi koydu çantasını yanındaki koltuğa? Direğe yaslanarak çantasından kitabını çıkardı, açıp okumaya başladı. Üç durak sonra ineceğim, ama köprü girişinin trafiği hiç belli olmaz.

Beş dakika ve üç sayfa sonra indi. Merdivenler, koridorlar, merdivenler, turnikeler, daha da koridorlar. İlk iki metrobüs tıklım tıkış geldi ve geçti. Diğeri aslında o kadar da dolu değildi, ama daha boşu gelsin diye bekleyen ve saf tutanların arasından sıyrılmayı başaramadı. Dördüncüsü boş gelince de bu sefer herkes akın etti. Onun arkasında yarı dolu başka bir metrobüs görünce ona yöneldi, ön kapıdan bindi ve daha arkaya ilerleyemeyeceğini fark etti. Şoförün gözünden uyku akıyor. Haftanın kaç günü, günde kaç saat çalışıyorlar acaba? Kitabını açtı tekrar.

Köprüye geldiklerine okumaya ara verdi. Esasında çok güzel bir şehir olabilirmiş burası. Yazık. Sarayburnu'ndan geçen vapurlara baktı. Aslında, niye acele ettiysem. Madem zamanım vardı, vapurla sakin sakin geçebilirdim gayet. İnsan telaş etmeye de alışıyor.

Telefonuna göz attı. Yeni mesaj yok. Bahse girerim saat 3'ten önce gelmez. Kiminle giriyorsam bahse...

Nesrin'in yaptığı gibi Facebook'tan falan çıksam? Her an birbirimizi yüklüyoruz olumsuz haber ve yorumlarla. Yüklemesek daha mı az eylem yapacağız sanki? Son iki haftadır olanları bilmesem mesela, daha mı az öfkeli olurdum sisteme falan? Ya da daha az aktif mi olurdum mesela? Sadece etkinlikleri takip edip news feed'e hiç bakmamanın bir yöntemi olsa. Sözde, televizyonun olmayınca saçma ve sinir bozucu propagandadan kurtulacaktın. Ne oldu, şimdi de o görmek dahi istemediğin gazetelerin ve televizyon kanallarının söylediği aptalca lafları eleştiren internet haberlerini okuyorsun işte. O gazetenin müdavim okuyucusu bile bu kadar etkilenmiyordur, hızlıca başlıkları tarayıp spor ya da bulmaca sayfalarına zıplıyordur; bizimkiler evelallah üç bin tiraji olan gazetenin orta sayfasındaki köşe yazısının dördüncü paragrafından skandal üretiyorlar. O herifin o lafını bilmesem ne kaybederim? Her hafta bunlardan bir on tane azını bilsem mesela, belki daha rahat odaklanmaz mıyım okuduğum kitaba?

Kitabına döndü. Bir kolunu kapı ağzındaki direğin etrafından geçirdi. Dengesini sağlayacak şekilde bacaklarını araladı. Üç dakika ve üç sayfa sonra, metrobüs sallandı, gözlerini sayfalardan kaldırırken aracın sarsıntısıyla tutunduğu direğe başını çarptı. Metrobüs yoldan çıktı, karşıdan gelen araca çarptı. 4 ölü, 20'si ağır 67 yaralı.

Seçenek / Choice

İnsanlık karşında oturuyor. Seçim yapma günü. Soruyorsun: "Sosyalizm mi barbarlık mı?" Düşünüyori diyor ki "Ay sosyalizm olmasın da..."

*

Humanity seated on the chair in front of you, up for making the decision. You ask: "Socialism, or barbarism?" Thinks it over and says "Well, anything but socialism..."


İddianame

Bir klasör dolusu belgeyle geldi, masanın önünde durdu. Başımı kaldırdım hesaplardan, kısa bir süreliğine göz göze geldik. Klasörü masaya koydu. Hiçbir şey söylemeden, önüme aldım dosyayı ve incelemeye başladım.
Deliller, tutanaklar, dilekçeler, fotoğraflar, güçlü bir iddianame için gerekenden çok daha fazla belge vardı klasörde. Hiçbir şey söylemeden beni izliyordu. Bir uğultu geldi dışarıdan, üstünde durmadım. Kalktım, çay koydum, içmedi. Ben de içmedim. Hem tarihe göre sıralanmış, hem de türe göre sınıflandırılmıştı belgeler. Tek tek hepsine bakmaya kalksam günlerimi alırdı. Ne bu kadar zamanımız vardı, ne de benim sabrım böyle bir işe girişmeye.
 
Gözüm yarım bıraktığım hesaplara kaydı. Yorulmuş olmalıyım, o kağıtları demin klasörden çıkarmamış mıydım? Ve ama, daha o elinde klasörle gelmeden önce yapmıyor muydum bu hesapları? Ortalığı karıştırmamak için elimdeki fotoğrafları zarflarına yerleştirdim ve demin gözüme takılan o sayfayı tekrar buldum. Evet, tam da az önce bıraktığım yerde kalmıştı hesaplar. Ve evet, tasnif numarası vardı sayfanın köşesinde. Bir uğultu geldi dışarıdan, ama şaşkına dönüştüm, oyun içinde oyun mu yazıyordum? Demin yarım bıraktığım hesabın kendisini aramaya başladım kağıtların altında, ve nitekim buldum da. Aynı kağıdın iki kopyası, sadece birinin üstünde tasnif numaraları vardı. Dikkatlice baktım, delil dosyasından çıkan kağıt da ıslak mürekkeple yazılmıştı, fotokopi değildi yani. Deliriyorum sandım önce, ürkerek gözlerimi kaldırdım, o da bana bakıyordu hâlâ. Sanki ince bir gülümseme geçti yüzünden ama uyduruyor olabilirim.

Ellerim titreyerek dolma kalemi elime aldım, hesabıma ufak adımlarla devam etmeye başladım. Göz ucuyla da onun hareketlerini takip ediyordum, gerçi pek bir şey yaptığı yoktu. Elli altı ayrı durumda yapılacak hesaplarımın dördüncüsünü tamamlayıp temize çektim, başımı kaldırdım. Bu sefer eminim, gülümsüyordu alaycı bir biçimde. Saatime baktım, on beş dakika geçmişti. Şimdi tekrar getirdiği dosyaya bakacaktım ki deminki sayfa geçti elime. Korktuğum başıma geldi. Daha beş saniye önce tamamladığım hesaplar, tasnif kaşeli delil sayfasında da aynen belirivermişlerdi.
Ne metafizikle işim olur, ne de fantastik öyküler yazmakla. Kalktım, lavaboya gittim (tuvalete değil), yüzümü yıkadım, odama döndüm, sandalyeme oturdum. Bu süre boyunca beni öylece, oturduğu yerde beklemişti. Ne şimdi bu, psikolojik gerilim filmine senaryo mu yazılıyordu? Keyfim kaçtı. Gözlerimi onun gözlerinin içine diktim, cesaretimi topladım, ve ona hiçbir şey soramadım. Ağzım açılmıyordu, açılsa sesim çıkmıyordu. Hah, bu güzel, diye düşündüm, çünkü böyle şeyler olsa olsa rüyalarda olur, bu da her şeyi açıklardı. Elimle kolumla işaretler yapmaya, ondan bu olan biten saçmalığın hesabını sormaya çalıştım.

Gülümsemesi karardı, yüzü ciddileşti. Konuşmaya başladı, bu kötüye işaretti. Bu olan biten saçmalığın hesabını değil bu olan biten hesabın saçmalığını sordu. Sesinde bir gerginlik sezdim, ama yanıt veremediğim için onu sakinleştiremedim. Klasörden fotoğraflar, raporlar çıkarıp önüme koyuyor, bir yandan da hesaplarımın hesabını soruyordu. Konuştukça alevlendi, sesini yükseltmeye başladı. Allak bullak olmuştum, zihnim bu gerçeküstü durumu anlamlandıramıyordu, bu yüzden de onun söylediklerini tam takip edemedim.

Gösterdiği raporlarda grafikler vardı, sıcaklık, buzullar ve deniz seviyeleriyle ilgili geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe çizilmiş grafikler. Gösterdiği fotoğraflarda seller, evinden olmuş insanlar vardı. Gösterdiği tutanaklarda ise simplektomorfizma grubunun homotopi Lie cebirindeki Samelson çarpımları vardı. Diğer detayları hatırlamıyorum.

Öfkesini kustuktan sonra bir anda tekrar sakinleşiverdiğini hatırlıyorum sadece. Bağırıp çağırıyor, kağıtları masadan alıyor geri masaya çarpıyordu, sonra birdenbire durdu, gayet yumuşak bir tonla, "Ne yapıyorsun?" dedi. Yanıt vermemi beklemeden usulca getirdiği belgeleri topladı, klasörü koltuğunun altına koydu, çayından iki yudum aldı, arkasını döndü, çıktı gitti.

Dışarıdan bir uğultu geliyordu yine.

İklim Değişiminin HDP'yle Ne Alakası Var?

§1. İnsanlık tarihinin en vahim ve en acil sorunu küresel iklim değişimidir. Bu sorun, başka birçok sorun gibi, yapısal; ancak diğer sorunlardan farklı bir yönü var: İklim sistemindeki geri besleme mekanizmaları sebebiyle, ısınma ve beraberinde gelen kuraklık, deniz seviyelerinde artış, türlerin ortadan kalkması, sıcaklık rekorları, fırtınalar, küresel su ve gıda kıtlığı gibi sorunlar çok çok kısa bir süre sonra kontrolümüzden çıkacak. Küresel iklim değişimi, çözmek için 20-30 yıl zamanımız kaldığı için diğer sorunlardan niteliksel olarak farklıdır. 

Ben neredeyse tüm politik vizyonumu iklim adaleti perspektifiyle oluşturuyorum.

Örneğin kentsel dönüşüm projeleri, İstanbul'daki 3. havalimanı ve 3. köprü projeleri, Gezi parkı (veya herhangi bir başka park) yerine AVM yapılması, termik santral projeleri ve genel olarak ekonomik büyümeyi diğer her şeye önceleyen tüm kalkınma takıntılı projelere karşı direnişler bana umut veriyor. Ancak bunun yanında, işçi direnişleri, uluslararası serbest ticaret sözleşmelerine karşı kampanyalar, özelleştirme karşıtı mücadeleler de, bizi bu “şarampole yuvarlanma” durumuna getiren şirketlerin gücünü azalttıkları ve gerçek bir çözümün önünü açtıkları için bana umut veriyor.

§2. Bir de, Haziran ayında seçim var.

Hiçbir parti, bizi yokuş aşağı devrilmekten kurtarma ihtimali olan “otuz beş yıl içinde en az yüzde 65 emisyon azaltımı” hedefinden bahsetmediğine, politik masterplan'ını iklim-körü olarak oluşturduğuna göre, ben bir iklim aktivisti olarak oyumu “inanarak” değil, “stratejik olarak” vereceğim.

Kendime sorduğum soru şu: Hangi seçim sonucu, benim de dahil olduğum küresel iklim adaleti mücadelesi açısından Türkiye'yi hedeflerimize daha yakın kılar?

§3. Önce bir konuyu açıklığa kavuşturayım: “Otuz beş yıl içinde en az yüzde 65 emisyon azaltımı” dediğim, bir siyasi talep değil, bilimsel bir veri. Bildiğimiz anlamda dünyanın bekası için bunu yapmak mecburiyetindeyiz. Ortada bir pazarlık payı yok.

Bu azaltımın yapılması ve adil, sürdürülebilir ve hakkaniyetli biz vizyonla yapılması ise benim siyasi hedefim.

§4. Önümde şu senaryolar var:

A HDP barajı geçer ve AKP'ye sırt çevirir. Bir siyasi belirsizlik oluşur. (AKP başka bir partiyle koalisyon kurabilir. CHP liderliğinde tuhaf bir koalisyon olabilir. Daha başka, benim şimdi tahmin bile edemeyeceğim şeyler olabilir.)

B HDP barajı geçer, AKP ile koalisyon kurar veya AKP iktidarına güvenoyu verir.

C HDP barajı geçer ama AKP yine de tek başına iktidar olur.

D HDP barajı geçemez, AKP allem eder kallem eder tek başına iktidar olur, hatta belki tek başına anayasayı değiştirebilir bir çoğunluk bile elde edebilir.

§5. HDP'yle ilgili tartışmanın büyük çoğunluğu A ve B senaryoları kıyaslanarak yapılıyor. Oysa hem A hem de B senaryosu, sonuncu senaryodan, yani D senaryosundan daha iyidir. D senaryosu, iklim mücadelesinin Türkiye'deki geleceği için en kötü konfigürasyondur.

A senaryosu iklim mücadelesi için en iyi durumdur.

B senaryosunun “pürüzsüz” ilerlemeyeceğini, bunun bizlere hareket alanı açabileceği düşünüyorum. Bu alanın “HDP içinde” ve/veya “HDP tarafından” açılmasına gerek yok. B senaryosunda AKP'nin şimdi olduğu gibi kafasına esen yasayı geçirmeyeceğini varsaymak için yeterli veri var elimizde.

C senaryosu ise sanırım pek mümkün değil. Gerçekleşirse, benim (iklime) oyum etkisiz eleman olacak.

§6. HDP, kendi ideolojik sınırları dahilinde, ekoloji mücadelelerine, daha genel olarak adalet mücadelelerine taraf olmuş bir parti. HDP'nin barajı geçmesinin ekoloji mücadelelerine bir miktar enerji kazandırabileceğini düşünebilirim. (Örn. Sırrı Süreyya'nın Gezi'de kepçenin önüne geçmesi)

§7. Sonuçta benim tüm bu olan bitenden anladığım şudur:

7 Haziran gecesi ben de herkes gibi seçim sonuçlarını takip ediyor olacağım. 

HDP'nin barajı aşamadığı durumda önümüzde sadece “Lanet olsun, yine mi?” umutsuzluğu kalacak. Ben iklim için mücadele etmeye devam edeceğim elbette; ancak etrafımdakileri bir eyleme, direnişe, toplantıya katılmaya motive etmem çok daha zorlaşacak. Geçtiğimiz seneye damgasını vuran çaresizlik hissi yayılacak.

HDP'nin barajı aştığı durumda ise konuşmaya, eylemeye başlayacağız. Herkes “olanaklar”ı, “tehlikeler”i, riskleri konuşacak. Neler yapabileceğimizi, nelere dikkat etmemiz gerektiğini tartışacağız.

§8. Hatta şu basit soruyu soruyorum kendime: Seçim oldu bitti ve 8 Haziran'da İstanbul'dayım diyelim. “Akşamüstü Gezi'ye gidelim mi?” sorusu hangi durumda nasıl bir duygu yaratır?

§9. Benim bu seçimde oyum ve desteğim HDP'ye.

Bugünden itibaren otuz beş yıl içinde tüm toplumsal yapıyı kökten değiştirecek bir yol haritası olan ve bu yolda ilerleyebilmek için HDP'ye oy vermemek gerektiğini bana gösterebilecek olan varsa dinlemeye hazırım.

§10. İklim hareketi 30-31 Mayıs tarihlerini Küresel Eylem Günü ilan etti. Bu tarihlerde dünyanın birçok yerinde “sorumlular” vurgulanarak etkinlikler düzenlenecek. Ardından 26-27 Eylül tarihlerinde “çözümler” vurgusuyla protestolar gerçekleşecek. Ardından da, 30 Kasım – 10 Aralık tarihlerinde Paris'te yapılacak İklim Zirvesi (COP-21) boyunca tüm dünyada birçok (bir kısmı sürpriz) eylem yapılacak.

7 Haziran'da oyunu HDP'ye ver, diğer tüm günlerde gel iklimi değiştirenlere karşı, sistemi değiştirelim.


Oyunu HDP'ye, enerjini iklim adaletine, tüm yeşil erikleri de bana ver.

Stalin ve Barış Süreci



§1. Tarihsel analizin bilimsel yöntemi şudur: Bir olay veya düşünce, bugünden geçmişe bakarak, retrospektif olarak değerlendirilmez. Olayın/düşüncenin var olduğu koşullar altında, geçmişten bugüne doğru, yani ileriye doğru bakarak değerlendirilir.

§2. Kendimizi 1930'ların sonlarında Sovyetler Birliği'nde hayal edelim. Stalin iktidarda. Naziler güçleniyor ve emperyalist güçlerin bununla bir sorunu varmış gibi görünmüyor. Bilakis, faşizme yol veriyorlar.

§3. Stalin, Hitler'le saldırmazlık anlaşması imzalıyor. Böylece iki kamp ortaya çıkıyor.

§4. Süreççi kamp: “Naziler'in bize saldıracağını biliyoruz, ama zaman kazanmamız lazım. Acilen silah sanayinde bir atılım yapmamız ve nitelikli bir ordu kurmamız lazım (bunun için eski çarist kadroları bile kabul edebiliriz). Kazanacağımız her saniye değerlidir. Böylece Naziler saldırdığında onları alt edebileceğiz ve faşizmi dünya tarihinden sileceğiz!”

§5. Devrimci kamp: “Sınıf düşmanıyla anlaşma mı yapılırmış? Hele ki Naziler'le! Bu sosyalizme ihanettir. Naziler'e karşı savaşmalıyız, faşizmle barış olmaz. Üstelik enayilik ediyorlar: Şimdi saldırmazsak Naziler Kıta Avrupası'nı ele geçirecekler, o bölgenin sanayisine el koyacaklar, böylece askeri açıdan bizden çok daha güçlü hale gelecekler. İşte asıl o zaman sosyalizm yenilecek. Ve bunun sorumlusu da süreççiler olacak!”

§6. Bir parantez açalım. Süreççi kamp resmi olarak asla §4'teki gibi laflar etmiyor. Aksine: Dönemin Pravda'sı “Rus ulusal gururundan” bahsediyor. Eisenstein bile “ezeli ve ebedi Rus imparatorluğunu” öven filmler çekmeye başlıyor. §4'te (ve §7'de) yazılanlar, Stalinciler'in iyimser niyet okumasıyla diğer kadroları ikna etmekte kullandıkları argümanın özeti. Parantezi kapatalım.

§7. Süreççi kamp: “Devrimci kamp hayalcilik ediyor. Şu anda ne savaşacak enerjimiz var, ne de buna müsaade eden bir uluslararası konjonktür. Yıllardır savaşıp duruyoruz zaten. Eğer şimdi biraz soluklanmazsak ve hazırlık yapmazsak, faşistleri yenmemiz imkansız.”

§8. Devrimci kamp: “Süreççiler hayal görüyor olmalı. Naziler'in bu saldırmazlığa uymayacağı gün gibi açık. Bunu sırf biz demiyoruz. İngiltere'de, ABD'de, tüm analistler bunun böyle olacağını, Naziler'in ilk fırsatta sosyalizme saldıracağını söylüyorlar. Zaten o yüzden ticari anlaşmalar yapıyorlar Almanya'yla. Görmüyor musunuz? Emperyalizm ellerini ovuşturuyor ve Naziler'in sırtını sıvazlıyor. Bizse onlara güçlenme fırsatı veriyoruz. Olacak iş mi?!”

§9. Yıl 1940. Hala Sovyetler Birliği'ndeyiz. Hummalı bir çalışmayla hazırlıklar sürüyor. Hitler Norveç ve Fransa'yı ele geçiriyor, İtalya ile ittifak kuruyor. Devrimci kamp bas bas bağırıyor.

§10. Yıl 1941. Hala Sovyetler Birliği'ndeyiz. Hummalı bir çalışmayla hazırlıklar sürüyor. Hitler yüzünü doğuya çeviriyor. Balkanlar'ı ve Yunanistan'ı alıyor. Devrimci kamp bas bas bağırıyor. Ve Haziran'ın sonunda Sovyetler Birliği'ne saldırıyor! Sadece iki ayda Moskova'ya kadar ulaşıyor faşizmin orduları.

§11. Şimdi bir durup düşünelim. Ya Sovyetler Birliği yenilseydi? Herkes böyle olmasını bekliyordu. Tüm askeri analistlerin hesapları bunu gösteriyordu. Hitler, tüm Avrupa'nın en modern ordusunu kurmuştu. Üstelik şimdi yanında İtalya, Romanya ve Finlandiya da vardı. Daha 25 yıl öncesine kadar yüzde 80'i köylü olan bir toplumun böyle bir güce karşı ne şansı vardı ki?

§12. Ama öyle olmadı. Sovyetler Birliği faşizmi yendi. Yenemeyebilirdi. Yenememesi çok büyük bir ihtimaldi. Ama yendi. Stalinciler, “süreççi kamp”, haklı çıktı. “Devrimci kamp” Troçkici oldu, sol sapma sayıldı, hayalciliği “ispat edildi.”

§13. Kimse, Sovyetler Birliği'nin bu zaferinde ideolojik tavizlerin ve askeri becerilerin katkısını asla yadsıyamadı. Hatta Stalinciler Sovyetler Birliği'nin bu dönemdeki tüm kötülüklerini haklı çıkarmaya başladılar: “Öyle diyorsun ama bak bunlar sayesinde faşizmi yendik.” (örn. Kemal Okuyan, “Stalin'i Anlamak”) Yani Stalinciler saldırmazlık anlaşmasını vb. bugünden geçmişe doğru bakarak, retrospektif olarak haklı çıkardılar.

§14. Şimdi günümüze gelelim ve paralel bir öykü yazalım. (§2-§10 arasın paragrafları baştan yazıyorum. Satır satır takip edilebilir.)

2010'lu yıllardayız. Kürdistan'dayız. PKK, BDP/DBP, HDK, HDP, DTK, YPG, PYD ve alfabedeki herhangi üç harfin yan yana getirilmesiyle oluşturulan bilumum örgüt var. Türkiye'de de AKP iktidarda ve Kürdistan için emperyalizmden vize almışa benziyor. Barış süreci başlıyor. Ve iki kamp ortaya çıkıyor. “Süreççi kamp” ve “sosyalizmci kamp”.

Bu iki kampın argümanlarını gayet iyi biliyoruz. Yine de kabaca özetleyelim:

Süreççi: Kürt halkı çok yoruldu ve şu anda AKP'ye karşı savaşan başka özne yok Türkiye'de.
Sosyalizmci: AKP ile, faşizmle barış yapılamaz. AKP Kürt hareketini tasfiye edecek.
Süreççi: Türkiye'de herhangi bir geçici/kalıcı ateşkes, Rojava'da devrimci fırsatlar yaratıyor.
Sosyalizmci: AKP bir yandan barış diyor, bir yandan KCK tutuklamaları devam ediyor. AKP'nin ikiyüzlü olduğunu görmüyor musunuz?

Hayat devam ediyor. AKP anayasayı değiştiriyor. Hukuk devletinin kalıntıları da ortadan kaldırılıyor. Sosyalizmci kamp bas bas bağırıyor. Hayat devam ediyor. AKP Suriye'de El Nusra'yı destekliyor. Sosyalizmci kamp bas bas bağırıyor.

§15. Hem Kürt hareketi hem de Stalin için geçerli olan bir polemik var: “Süreççi kamp” gerçekten manevra mı yapıyor, yoksa kendi çıkarları için devrimci idealleri mi satıyor? “Süreççi kamp”ın hakiki ideolojik pozisyonu nedir? Bilmiyoruz. Bilemiyoruz. Zaten de bilinemez. Hayatın ve manevraların örgütleri ve kişileri ne ölçüde ve ne yönde dönüştüreceği, pre-deterministik değildir. (Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonunda Sovyetler Birliği'nden geriye kalan şeyin ne kadar “sosyalizm” olduğu daha hala tartışılıyor.)

§16. Tekrar 1939'a gidelim ve ileriye doğru bakalım. Sovyetler Birliği iyi mi yaptı? O gün orada olsak, saldırmazlık anlaşmasını savunur muyduk? Yoksa Troçkicilik mi ederdik? O gün orada olsak, hangi tarafı seçerdik? Hangi tarafı seçmeliydik? Ya Sovyetler Birliği yenilseydi?

§17. Bugüne gelelim ve ileriye doğru bakalım. Ya Kürt hareketi yenilirse? Diyelim 20xy tarihinde kaybettiler. O tarihten, 20xy tarihinden geçmişe, bugüne doğru bakıp - tarihsel analizin metoduna aykırı olarak - kendimizi haklı mı ilan edeceğiz?

Peki ya Kürt hareketi kazanırsa? Meksika'ya mı göç edeceğiz? “Aslında” haklı olduğumuzu, “teorik olarak” “gerçek” marksizmi bizim savunduğumuzu falan dur otur tekrar mı edeceğiz? Onların kazandıkları şeyin işçi sınıfı mücadelesiyle alakası bile olmadığını mı söyleyeceğiz?

§18. Bir süredir şunu fark ediyorum: Bir süredir Sovyetler Birliği'ne bakıp Stalincilik eden kimi düşünürler ve politikacılar, Kürt hareketine karşı Troçkicilik ediyorlar. Yöntem hatası yapıyorlar.

Kısa Devre Haberler



Başbakan,
dün,
bir cumhurbaşkanının nasıl olması gerektiğini açıkladı.

İçişleri Başbakanı,
geçen sene Haziran ayında,
polise saldır emrini verdi.

Dışişleri Başbakanı,
Suriye politikası hakkındaki görüşlerini
açıkladı.

Çevre Başbakanı,
nükleer santral karşıtlarını,
ülkenin kalkınmasına engel olmakla
suçladı.

Başişleri Dışbakanı,
İsviçre'de
bir dağın tepesinde,
İsrail cumhurbaşkanına
kafa tuttu.

Cumhurişleri İçbakanı,
8 milyon eylemciyi
faiz lobicisi
ilan etti.

Aileden Başsorumlu Devlet Başbakanı,
kadınla erkeğin eşit olmadığını
bildirdi.

Cumhurbaşbakanı,
gönlünde Başkanlık sistemi olduğunu
ifade etti.

Başcumhurbakanı,
sporcunun dövmelerini
acımasızca
eleştirdi.

Kültür Başbakanı,
bir heykeli ucube olarak niteleyince,
Belediye Başbakanı'nın kararıyla,
koca heykel
yerinden söküldü.

Başçevre Bakanı,
çevrecinin daniskası olduğunu
belirtti.

Dış Baş İşleri Bakanı,
IŞİD'in kaçırdığı diplomatların
keyiflerinin yerinde olduğunu
belirtti.

Baş İşleri İç Başbakanı,
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için
adaylığını açıkladı.

Baştan Sorumlu Devlet Cumhuru Bakanı
'nın kuzeni
RTE Üniversitesi rektörlüğüne
atandı.

Sorumludan Baş Cumhurişleri Bakanı,
Balyoz sanıklarının tahliyesiyle ilgili
"teşekkür bile beklemiyoruz"
dedi.

Baştan Başsorumlu Başdevlet Başcumhurbaşbakanı,
tüm ailesini etrafına toplayıp
bir balkona çıktı
ve seçim zaferini açıkladı.

Haberleri dinlediniz.

Hayırlı akşamlar.


Faşizm Hakkında Konuşabilir miyiz Lütfen?


Bir dakikanızı rica edeceğim, çünkü çok kafam karıştı.

Şimdi, Türkiye'de yönetim biçimi faşizm midir, değil midir? Türkiye'de burjuva demokratik devlet aygıtı çalışmakta mıdır, yoksa tek bir adamın keyfi kararları mı uygulanmaktadır?

Biraz bunun üzerine ve de bunun anlamı üzerine konuşabilir miyiz lütfen?

Bunu daha önce de söyledim, ama şimdi seçim sonuçlarına şaşıranları gördükçe iyice kafam karıştığı için tekrar söylüyorum: Arkadaşlar, 'faşizm var' deyip sonra yokmuş gibi davranamayız.

Türkiye'de "oylar" ile "seçim sonuçları" arasında bir korelasyon yoktur. Olamaz ! Olaydı, buna faşizm demezdik zaten.

Dikkat et bak, ne Ankara ne de İstanbul'da sonuçlar belliyken, Tayyip çıktı balkon konuşması yaptı Bilal'le. Bunu anlamayanlar var aramızda. Adam diyor ki: "Daha ne istiyonuz? İşte oy da verdiniz. Oyun bitti. Dağılın!"

Kendi kitlesine diyor ki, "Size bu oyunda böyle bir rol verdik. Sonuçların sizinle de bir ilgisi yok. Gidin gözüm görmesin sizi."

Görünen o ki, hem Ankara'da hem İstanbul'da CHP adayları AKP adaylarından daha fazla oy aldılar. Ve ama seçimi de kaybettiler. E, ne bekliyorduk ki zaten?

Tekrar ediyorum: Daha fazla oy almak, seçim sonuçlarına göre önde olmak anlamına gelmiyor ! Faşizm böyle bir şey değil.

Şimdi, diyebilirsiniz ki "Türkiye'de öyle bir faşist yönetim yok. Tamam, bir diktatör var, ama yine de hukuk ve demokrasi diye de bir şeyler var hala." Bunu diyorsanız eyvallah. 'Dönün son on yılın bilançosuna bakın.' demekten başkaca bir lafım yok.

Ha, ama eğer Türkiye'de faşist bir yönetim olduğunda hemfikirsek, o zaman tutarlı olmak lazım.

Faşizm, tanım gereği, TANIM GEREĞİ, düzen araçlarıyla devre dışı bırakılamaz. TANIM GEREĞİ, faşizmden yumuşak geçiş, faşizmi zayıflatarak yenmek vb. şeyler olamaz.

Faşizmi defetmenin yolu, faşizme karşı omuz omuza aktif siyaset yapmaktan geçiyor. Şu anda çapulcuların yapabileceği en kötü şey, marjinden merkeze yönelmek, muhalefeti "normal"leştirmektir.
 

Tatava Yapma??

Seçimler yaklaşırken, faşizme karşı tüm AKP-karşıtı oyların tatava yapmadan seçilmeye en yakın adaya verilmesiyle ilgili bir kampanya başladı.

Argüman kabaca AKP'nin oylarını düşürerek faşizmden kurtulmamızı öneriyor.

İyi de, bu argüman faşizmin nasıl çalıştığını hiç anlamamış ki !

Tatava kampanyasını savunanların mantığı şöyle: Halk AKP'yi destekledi, o yüzden AKP güçlendi, o yüzden Tayyip iktidarını koruyor. Demek ki seçimde halk desteğini efektif biçimde AKP'den çekersek Tayyip iktidarından kurtulabiliriz.

Oysa faşizm bunun tam tersi şekilde çalışıyor:

1) Öncelikle Tayyip güçlü. Bu güç, a priori'dir, halkla bir ilgisi yoktur. Tayyip'in emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını uzlaştırma yeteneğinde gizlidir.

2) Bunun sonucu olarak AKP güçlü. Bu, Tayyip'in bir sonucudur. Tam da bu yüzden Tayyip rezil rüsvan olduktan aylar yıllar sonra bile Tayyip'siz AKP projesi devreye sokulamıyor. Tayyip'siz AKP aynı işi göremiyor.

3) Tüm bunların sonucu olarak AKP seçimleri kazanıyor. Halk desteği vb. a posteriori'dir: AKP güçlü olduğu için devlet aygıtını ve neredeyse tüm medyayı elinde tutuyor; dolayısıyla AKP iktidarına toplumsal rıza üretebiliyor. (Tıpkı tüm diğer faşizmler gibi.)

Bunlara ek olarak:

1. Tayyip öyle büyük suçlar işledi ki seçimle veya herhangi bir "normal" yolla görevden çekilmesi kendi açısından imkansızdır. Tayyip için iktidar, ölüm kalım meselesidir. Emekli olup resme başlamanın bir seçenek olmadığını biliyor. Hatta düzgünce yargılanacağından bile emin değil.

Bu yüzden Tayyip'in sakinleşmesi imkansızdır.

2. Burjuvazi açısından Tayyip'in siyasal ömrü dolalı çok oluyor. Hala alternatif bulamadıkları için onun bu azgın tutumuna uyarı açıklamaları yapmakla yetiniyorlar.

Demek ki; Tayyip "normal" yollarla, yani burjuva siyasetin içinden yöntemlerle devrilemez. Hele yerel seçimlerle falan hiç devrilemez.

Tayyip hiçbir noktada "Ha iyi peki madem ben çekileyim kenara." demeyecek ! Seçimi kazansa da kaybetse de, hatta tüm burjuvazi ona sırtını dönse de demeyecek.

Dolayısıyla seçim yoluyla (hele ki yerel seçim yoluyla) faşizmin etkisinin azaltılması vb. bugün Türkiye'de mümkün değildir.

Fethullah bunu gördüğü için direkt AKP kurmaylarını ortadan kaldırmaya oynuyor. (Örneğin parti kurmaya veya açıkça başka bir partiyi desteklemeye kıyasla... Üstelik Fethullahçı milletvekilleri bile henüz AKP'yi terk etmediler.)

Bunlardan çıkan sonuç şöyle: Faşizmi defetmenin yolu, faşizme karşı omuz omuza aktif siyaset yapmaktan geçiyor. Şu anda çapulcuların yapabileceği en kötü şey, marjinden merkeze yönelmek, muhalefeti "normal"leştirmektir.

PS: Bu söylediklerim "normal" muhalefet gerçekten sol, sosyal demokrat falan olsa da geçerli kalıyor. Hele bizimki gibi "MHP'ye bas geç", "Mansur Yavaş'a bas geç" vb. durumlarda haydi haydi geçerlidir sanıyorum.

Gel



Gel.

Gezi çok güzel

Sokaklar çok güzel

Parklar çok güzel


Gel.

Direniş çok güzel

Örgütlenmek çok güzel

Devrim çok güzel


Gel

  konuşalım

  dinleyelim

  öğrenelim


Gel.

 Öfkeni al

  İnadını al

  Umudunu al


Gel!

Gel!

Gel!

Gel!

Gel!

Gel!

Gel!

Gel!




Velkam tu dı maşiğn

Renkli merdivenden dehşete kapılan

ölü Ahmet Atakan'ın sosyal medyadaki hesabından ürken

sırt çantalı herkesten kuşkulanan

              bir iktidar

                       mı

                            sağlayacak

                                  siyasal istikrarı?

Gölgesinden korkan bir hükümet mi

                                   sürdürecek

                                           düzeni?

"In Case of Danger: Panic ! "

                                  diyor odamdaki kart.

Zafer yakın,

            sandığımızdan çok daha yakın,

            hele bir yıl önce sandığımıza kıyasla

                                           sanki yarın.

Derin bir nefes al,

           yelkenlere asıl,

               hem öfkeni koru

                      hem soğukkanlılığını.

Zafer sandığımızdan çok daha yakın.




İdeolojik Deformasyon ve Engels


130731


Bir arkadaşımla Karşıyaka'da Yalı Caddesi boyunca yürüyorduk. Yakın zamanda okuduğum kişisel gizlilik ve mahremiyet hakkında bir kitaptan bahsediyordum. Derken kaldırıma stencil'le yazılmış bir yazı gözüme çarptı. Yazı silik olduğundan mı, hava kararmış olduğundan mı bilmem, görür görmez sesli olarak okudum gördüğümü: “Engels İzmir!”
Yerde gördüğümüz stencil


Arkadaşım da durdu. Şöyle bir süre süzdük yazıyı. Esaslı bir Engels taraftarı olarak kısa bir süre için bile olsa çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim.


Bir adım geri attık, bir adım ileri attık. Kafamızı sağa çevirdik, sola çevirdik. Kabaca 10 saniyelik bir sürenin ardından yazılanı Engelsİzmir olarak okumamız gerektiğini fark edebildik.


Mesleki deformasyon diye bir şey var, biliyoruz. Eğer ideolojik deformasyon diye bir şey varsa, işte tam da budur herhalde.

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği, İzmir Fuarı'nda gerçekleşecek Engelsiz İzmir 2013 Kongresi'nin internet sayfası şurada, birçok ön etkinlik de yapmışlar hali hazırda.


Kongrenin sayfasında bulduğum logo. Sakın yanlış anlaşılmasın, tasarımı veya herhangi bir şeyini eleştiriyor falan değilim. Ellerine sağlık kim yapmışsa, güzel olmuş bence.

 
Not: Ah be, İzmir'deki Engelsistler örgütlenseler ne muhteşem olmaz mıydı?



“Sen gelme ulan ayı!”daki ayı olmak


130730

*Sen.
-Ben!
*Sen.
-Ben?
*Sen.
-Ula ben?
*Sen.
-Ben?
*Sen.
-Ben!
*Sen.
-E beeen??
*Sen gelme ulan ayı !
Kemal Sunal, Kibar Feyzo (1978)



Gezi direnişiyle başlayan ayaklanma hakkında farklı farklı insanlarla yaptığım sohbetlerde, iki ay içinde bizzat yaşadım şunların tamamını:



*Bu yeni nesli anlamamız lazım bizim.
-Tamam, ben anlatayım mesela kendimi?
*Yok sen değil, 90'lar kuşağını diyorum.



*Bu Gezi'deki gençlerin taleplerini dinlemeliyiz.
-Hah, bak mesela benim taleplerim...
*Yok seni demiyorum, sen önceden de politiktin.



*Türkiye halkı ne gibi sebeplerle eylem yapıyor?
-Ya işte mesela beni en çok öfkelendiren...
*Seni sormuyorum, halk ne istiyor onu merak ettim.
-E ben neyim?
*Ya sen eğitimlisin, üniversite mezunusun falan.



*Gezi eylemcilerinin taleplerini doğru okumak lazım.
-İşte biz mesela sorumluların istifasını...
*Seni demiyorum, sen zaten sosyalistsin.



*Orada eylemcilerin polis müdahelesinden sonra yaptıkları...
-Biz orada haklı ve meşru...
*Sen değil, sen Salı günü orada değildin ki.
-E ama Çarşamba oradaydım, ben değildiysem de arkadaşlarım oradaydı yahu. Ayrıca orada olsam da onların yaptığının aynısını...
*O sayılmaz. Sonuçta sen orada değildin o anda.



*Eylemlerde işçi sınıfının konumu nedir?
-Ya işte ben...
*Yok seni değil işçileri soruyorum.
-E ama ben de ücretli çalışıyor sayılırım. Üstelik ne emekliliğim yatıyor, ne de seneye iş güvencem var.
*Sendikalı mısın?
-Değilim.
*Tamam, sendikalar nasıl hareket ettiler?




*Gençlikten başka nasıl insanlar var eylemlerde?
-İşte benim arkadaşlarım var, güvencesiz ve esnek çalışıyor hepsi.
*Başka? Siz genç sayılırsınız.
-Ya başka biri de beni genç saymamıştı. Hem ben 27 yaşındayım yahu, genci mi kalmış. Arkadaşlarım da mezun oldular, işe girdiler falan.
*Olsun, 30 yaş altı genç sayılır.



*Sosyalist sol Gezi direnişinde sınıfta kaldı.
-Ya olur mu biz eylemlerin en başından itibaren barikatlarda olsun yayınlarımızda olsun...
*Seni değil, sosyalist partileri diyorum.



*Bu bilgisayar başı gençliğini bizim anlamamıza imkan yok.
-Yo, var gayet. Bak benle konuş mesela.
*Seni demiyorum ben.
-Yuh! Yahu bu da mı gol değil. Tüm lise hayatım boyunca günde üç saat diyablo eycof oynuyordum ben be.
*Ya bu gençlerin elinde telefonlar aypodlar aypedler. Sen çocukluğunda sokakta top koşturmuştun sonuçta.


Sırası tam böyle değil. Olayın farkına sonradan farkına vardığım için diyaloglar sözcüğü sözcüğüne doğru olamadı. Ama olay özetle budur.



Hiçbir sohbette, hiçbir tartışmada, görüşü alınmaya değer olamıyorum. Bir yolunu bulup bir açıdan (çok dar bir açı bile olsa) olayların öznesi olmaya çalışıyorum, olamıyor. Daima bir şekilde diskalifiye oluyorum. Sordum, herkesin durumu böyle değilmiş. İnsanlar gayet soruyorlarmış benim arkadaşlarımın görüşlerini falan sokakta parkta bile. Bir çeşit korporativizm herhalde, benim payıma da bu düşmüş. Siyasette de birimizin “sen gelme ulan ayı”daki ayı olması gerekiyormuş meğer. Bu da benim rolümmüş. İyi peki.